Muhsin Kızılkaya, Sırrı Süreyya Önder'i gitmemesi için uyardı

Muhsin Kızılkaya, Sırrı Süreyya Önder'i gitmemesi için uyardı
DEM Partili Sırrı Süreyya Önder'in hastanede tedavisi sürerken yakın arkadaşı yazar Muhsin Kızılkaya, duygusal bir yazı kaleme aldı. Önder'e Gitme! diye seslenen Kızılkaya, barış güvercini gibi hüzünlü qardaşının yanında olunmasını vurguladı. Süreyya Önder'in sağlık durumu hala kritik.

Kalp rahatsızlığı nedeniyle hastanede tedavi gören DEM Partili Sırrı Süreyya Önder’in yakın arkadaşı yazar Muhsin Kızılkaya, bugün kaleme aldığı yazısında; "Ağlıyorum şimdi güldüklerimize, gitme! Bugün en çok barış güvercini hüzünlü qardaş! O güvercini daha çok hüzne gark etme! Kalbini bir kez olsun dinleme! Gitme!" ifadelerini kullandı. 

Sırrı Süreyya Önder, yoğun bakımda uyutuluyor | "Toparlanma süresi uzayabilir, hayati risk yüksek, tedaviye yanıt veriyor"

Kızılkaya'nın yazısı şöyle:

"Etme Sırrı!

Bizi böyle çaresiz, bizi böyle derbeder bırakma! Etrafımızı kuşatmış kör kuyular merdivensiz qardaş, bizi onların dibinde bırakma! Ortalık dağınık; toplamadan öyle gitme!

Kalbine biraz daha kan gitsin diye kanımdan ne kadar lazımsa vereyim qardaş, gitme!

Dışarıda gürül gürül bir bahar var, etme!

Erguvan mevsiminde gitmek zulümdür, gitme!

Öte dünyadakilerin barışa ihtiyacı yok qardaş, işi nihayete erdirmeden gitme! Bizi öfkelerimizle, bizi kötülüğümüzle, bizi acımasızlığımızla, bizi hodbinliğimizle, bizi zalimliğimizle baş başa bırakma! İki tarafın kurşunlarına duvar olacak beden azdır qardaş, bedeninizi aradan çekme!

“Yad eller dünyasının” sana ihtiyacı yok, “hasta gönüller” kuş yavruları gibi ağzı açık burada, sana bakıyorlar qardaş, gitme!

Hikaye anlatmak için doğmuştun, bizi o hikayelerden mahrum bırakma.

Hani, Karaköy’den Beşiktaş’a yürüyorduk. Böyle bir bahar akşamıydı hani. Erguvanlar açmıştı Hisar’da, havada hüznün zerresi yoktu. Hani sen durmadan anlatıyordun qardaş. Roman yazacaktın, bana romanı baştan sona o kudretli kelimelerinle anlatıyordun hani. Fındıklı’da durmuştuk bir erguvanın altında. Küçük parkta hani. Üsküdar’dan o yana, ikimizin memleketiydi. Seni durdurmuş, “en iyisi bu romanı yazma” demiştim sana, “yazma, bir kasete oku, onun kasetini sürelim piyasaya, daha çok satar” demiştim de kahkahalarla gülmüştük hani. Seni yazmak için değil, anlatmak için göndermişti Allah aramıza. Hiçbir yazılı metin, senin ağzından dökülen konuşma kadar mükemmel değildi qardaş. Biz kimi dileyeceğiz sen gidersen, gitme!

“Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru

Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme”

Orada, sana benzeyen çok adam var qardaş, sen buraya lazımsın gitme!

En son, pazar günü konuşmuştuk seninle, baktım şimdi telefonuma tam 57 dakika… Şeyh Şamil’i anlatmıştın hani, Çar’la olan münasebetini… Çarın düşmanına gösterdiği merhameti, saygıyı… Esirken hacca gitmesine izin vermesini, oğlunu orada bırakmasını. Hani sormuştu şeyh çara, “oğlum rehin mi?” diye de çar, hayır “muhafızım” demişti! Sonra sözü Kemal Tahir’e getirmiştik. Bu memleketin; hakikatin peşinde koşan, tek hakiki alimine… O da oralarda qardaş, Cemil Meriç de orada, Ahmed Arif de Yaşar Kemal de Mehmed Uzun da… Bu ülkenin vicdanı çoktan göçüp gitti o diyarlara qardaş, orada sana ihtiyaç yok, burası karmakarışık, etme!

Seni Metin getirmişti bana, hatırlıyor musun qardaş! Metin Üstündağ ile Hatice’nin arkasından girmiştiniz içeri, koltuğunun altında kocaman bir dosyayla. Metin önceden söylemişti, “bir arkadaşım bir senaryo yazmış, sana getireceğim, o anlatsın” demişti. İlk görüşte, o kara bıyıkların, o esmer tenin, o dağınık yüzün, o derbeder görünüşün ne yalan söyleyeyim qardaş, senaryo yazmış bir adamdan çok kamyon şoförü izlenimi bırakmıştı bende. (Daha sonra anlatmıştın, çok uzun süre ekmek parası için kamyon şoförlüğü de yapmıştın.) Ben seni tanımıyordum, adını duymamıştım, ama sen beni biliyordun. Bir kitabımdan girmiştin söze, “Eski Zaman Eşkıyaları”ndan… O an Metin’i unutmuş, kırk yıllık dostumu bir yana bırakmış, kırk yıllık dostum senmişsin gibi davranmıştım. Sevdiğim kelimelerle konuşuyordun benimle çünkü, kudretli, kimselerin pek kullanmadığı kelimelerle, “Kürt meselesini senin kitaplarından öğrendim” demiştin de beni mahcubiyetten yerin dibine sokmuştun. Masama bıraktığın senaryo “Beynelmilel”in senaryosuydu. Aynı yanımızdan yaralıydık. Aynı coğrafya mührünü basmıştı kavruk bedenlerimize. Aynı hikayelerle büyümüş, aynı badireden geçmiştik. Neye güleceğimize aynı anda karar veriyorduk. Bir dostluk birbirlerinin şakalarına gülerek başlarsa eğer, o dostluğa halel gelmez, bunu en iyi sen biliyordun. Nitekim gelmedi. Bir ara ayrı siyasi kamplara düştük ama güldüklerimiz hep aynı kaldı.

Öyle bir meselenin altına bedenini koydun ki qardaş, kim elini uzatsa kalbi tekliyor Sırrı. Turgut Özal da benzer bir şeye kalkışmıştı, onun da kalbine bir şeyler oldu. Bir Nisan günü durdu onunki de… Öyle bir mesele ki yürek dayanmaz! Acıyı bir tarafa bıraktım, uğraşmak için çelikten kalp lazım sahiden. Sen yaralı bedeninle işe giriştiğinde, her konuşmamızda “aman qardaş, sağlığına dikkat et, sağlığına dikkat et ki, bu iş nihayete erdiğinde, istemeyenlerin mahcubiyetini gör” derdim sana. Barış geldiğinde bayram yapacak olan zaten yapacak, bizim işimiz onlarla değil, barışı en çok barışı istemeyenlerin yüzüne düşecek utanç halesini seyretmek için seviyorduk ikimiz de.

“Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için

Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme”

2007 seçimlerinde, “ben seni Ak Parti’ye tavsiye edeyim sen de beni HDP’ye” demiştin hani bana. Ne çok gülmüştük yine, “beni boş ver, ama sen vekil olmak istersen söylerim o partiden birilerine” demiştim. (Vekil olmak istiyordun çünkü “qizi” dediğin Ceren vardı aklında. Ona bırakacak hiçbir şeyin yoktu.) Sahiden de söylemiştim o sırada partide yetkili olan birisine. Adını hiç duymamıştı, “onu değil de belediye başkanı gelip aday olsun” demişti. Belediye başkanı dediği “Vizotele”deki Altan Erkekli’ydi. Sana cevabını söylediğimde ne çok gülmüştük yine… Yılmaz, ikimiz futboldan anlamıyoruz diye evinden kovduğunda, yine ne çok gülmüştük. Sen milletvekili olmuştun da Meclis’e gitmek için ilk takım elbiseni ben almıştım sana, onu giyip geldiğinde ne çok gülmüştük. Ne çok gülmüştük… ne çok ağlamak geliyor içimde güldüklerimize şimdi…. En çok da Türkmenistan’da vakti zamanında bindiğin uçak düştüğü için bir daha da uçağa binemiyordun ya, “Beynelmilel” gösterimine Avrupa’ya trenle gitmiştin ya, korkuyordun uçaktan. Milletvekili olup Meclis’e girdiğinde Ahmet Türk sana, “Sırrı, uçağa binmekten korkuyorsun ama bizim partiye gelmekten korkmuyorsun, helal olsun sana” demişti de hikayeyi bana anlattığında yine ne çok gülmüştük.

Ağlıyorum şimdi güldüklerimize, gitme!

Bugün en çok barış güvercini hüzünlü qardaş!

O güvercini daha çok hüzne gark etme!

Kalbini bir kez olsun dinleme!

Gitme!

Etme bunu bize qardaş.

Ne olursun!

Etme!"

Haber Merkezi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.